Soru ve Cevaplarla İlginç Bilgiler – 1
 – İngiltere’ de trafik neden soldan akar ?
Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun için de çok geçerli bir sebep vardı.
Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu, yoksa düşman mı olduğunu kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için, yolun solundan, duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarını emniyete alır, sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.
Yolun solundan seyahat, ilk defa 1300 yıllarında, papanın Roma’ya gelecek hacıların yolda karmaÅŸaya sebep vermemeleri için, yolun solundan gitmelerini söylemesiyle resmileÅŸti ve yüzyıllar boyu devam etti.
18. yüzyılın sonlarında ABD’de birçok atın çektiÄŸi posta arabalarında, sürücü koltuÄŸu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde oturuyordu. Bu da yolun solundan gidildiÄŸinde karşıdan geleni ve yolun kontrolünü zorlaÅŸtırıyordu.
Çok geçmeden ABD’de trafik saÄŸdan iÅŸlemeye baÅŸladı. Fransız İhtilali sırasında, ihtilalin liderlerinden Maximilien Robespierre, büyük bir olasılıkla Katolik kiliseye meydan okuyanlara bir jest olsun diye, Parislilerden yolların sağından gitmelerini istedi.
Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon, ordularındaki ikmal arabalarının yolların sağından gitmeleri emrini verdi ve zaptettiği her ülkede de bu uygulamayı hayata geçirdi.
İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediÄŸinden İngilizler yolun solundan gitme alışkanlıklarından vazgeçmediler. Avustralya, Hindistan gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler. Zaten İngilizler’de Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin geliÅŸmesi ile bu geliÅŸimin dünyada öncüsü olan ABD’de sürücü koltuÄŸu ve direksiyon saÄŸdan gidiÅŸe uygun olarak sola konuldu ve dünyanın birçok bölgesinde bu ÅŸekilde yaygınlaÅŸtı.
İngiltere’de ve eski sömürgelerinde, trafik akışını saÄŸ ÅŸeride almanın faturası o kadar yüklüdür ki, artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
Hangi ülkede olursanız olun, trafiğin yönü ister sağdan olsun ister soldan, karşıdan karşıya geçmeden önce, siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.
– Trafik lambaları neden kırmızı, sarı ve yeÅŸildir ?
Trafik ışıkları uygulaması, önceleri demiryollarının trenleri kontrol için uyguladığı sinyaller Örnek alınarak baÅŸlamıştır. Demiryolları idaresi kırmızı rengi ‘dur’ sinyali olarak seçmiÅŸti. Kırmızı renk kan rengi olduÄŸundan asırlar boyu tehlikenin, tahribatın ve ölümün simgesi olmuÅŸtur. Demiryolları ilk faaliyete geçtiÄŸi 1830’lu yıllarda ‘ikaz’ ışığının rengi yeÅŸil, ‘geç’ ışığının ise beyazdı.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya baÅŸladı. Beyaz renkli ‘geç’ sinyali diÄŸer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu. Ama daha da kötüsü ‘dur’ iÅŸaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden düşünce ışık beyazlaşıyor, ‘geç’ sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı ‘dur’, yeÅŸili ‘geç’ sarı rengi de ‘ikaz’ sinyali olarak kullanmaya baÅŸladılar.
Bilindiği gibi sarı, renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse, bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince, yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduÄŸu tarihlerde bile dünyanın büyük ÅŸehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868’de Londra’da kullanıldı. Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeÅŸil lambalar bir yıl sonra patlayıp, kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya
başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını, ilkokul mezunu ve ABD’deki Cleveland’da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett Morgan geliÅŸtirdi. 1914’de ilk denemelerine baÅŸlayan Morgan 1923’de de patentini aldı. Morgan 1963’de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara General Electric firmasına sattı.
Morgan’ın lambaları demiryollarına benzer ÅŸekilde bir “T” üzerinde kırmızı ve yeÅŸil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara raÄŸmen sarı renk hala ‘ikaz’ anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu ‘geç’ sinyali olarak algılıyorlar.
– Erkek bebeklerin giysileri niçin mavidir ?
Yüzyıllarca önce insanlarda ÅŸeytani güçlerin, bebeklerin veya küçük çocukların odalarında dolaÅŸtıklarına, onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına iliÅŸkin ortak bir inanç vardı. Ayrıca bu ÅŸeytani güçlerin, mavi renk tarafından kovulduÄŸuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin rengi idi. Hatta bugün bile hala OrtadoÄŸu’da ÅŸeytanı kovmak için, bazı evlerin kapıları maviye boyanmaktadır.
O zamanlarda, sülalenin devamı için, erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu için, şeytan korkar da gider diye, erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.
Çok sonraları kız bebekler de “erkek bebekler kadar önem kazanınca”, onların giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doÄŸdu ve de çiçeklerin en güzeli olan gülün rengi, yani pembe renk verildi.
– Erkeklerin düğmeleri neden saÄŸ taraftadır ?
İnsanların daha çok sağ ellerini kullanmalarından dolayı yerleşen bir alışkanlık daha. Sağ elini kullanan bir insan için, sağdaki bir düğmeyi, soldaki bir iliğe geçirmek daha kolaydır. Bu nedenle de erkeklerin düğmeleri daima sağdadır.
Peki kadınların düğmeleri niçin solda? Kadınların çoğunluğu da, daha çok sağ ellerini kullanmıyor mu?
Giysilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk zamanlarda, düğmeler hem çabuk kırılabiliyordu, hem de herkesin alamayacağı kadar pahalı idi. Düğme alabilecek zengin kadınlar da, uzun elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile giyebiliyorlardı.
Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında, onların düğmelerini, sağ ellerini kullanarak daha rahat ve daha hızlı ilikleyebiliyorlardı (tabii erkeklerin de daha hızlı çözdüklerini söylemeye gerek yok). Bu neden(ler)le, terziler düğmeleri hizmetçinin sağına, hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular. Günümüzde her kadın, kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir bilinmez, bu adet değişmedi.
– İnsanlar niçin tokalaşıyorlar?
Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda, tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.
Bir erkek diğerine dost olduğunu, elinde silah bulunmadığını göstermek için, boş sağ elini uzatıyor, diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak, diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için, birbirlerinden emin olana kadar, birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.
Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı, elleri daha iyi kavrayarak, rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için başlamış olabilir.
Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.
– Matemde bayraklar niçin yarıya indirilir?
Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde her bir savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine özgü renkli bir bayrağı vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi, galip tarafın bayrağını asmak zorundaydı, bunun için de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de, bayrakları yarıya indirmek bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde, önemli devlet adamlarının ölümünde, diğer milletlerin de bayraklarını yarıya indirmeleri, mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.
Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin, geçiş süresince bayraklarım yarıya indirmeleri geleneği, saygının bir ifadesi olarak günümüzde hala devam etmektedir.
– Åžemsiyelerin çoÄŸunun rengi niçin siyahtır?
Åžemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya’da, bir rütbenin, bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya baÅŸlandı. Bu ilk ÅŸemsiyeler Mezopotamyalıları yaÄŸmurdan deÄŸil, yakıcı güneÅŸten korumak için kullanılıyordu.
Åžemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneÅŸten korunmak için kullanıldı. Bugün bile bazı Afrika kabilelerinde ÅŸefin arkasında yürüyen bir ÅŸemsiye taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce’de ÅŸemsiye anlamındaki ‘umbrella’ kelimesi, Latince gölge anlamına gelen ‘umbra’ kelimesinden türemiÅŸtir.
Milattan önce 1200 yıllarına gelindiğinde şemsiye Mısırlılarda biraz dini bir anlam kazandı. Gökyüzünün Tanrının vücudundan yapılmış, dünyayı koruyan bir şemsiye olduğuna inanıyorlardı ve başlarının üzerinde taşıdıkları şemsiye yüksek ahlak sembolü idi.
Romalılar şemsiye kültürünü Mısırlılardan aldılar ama onu hep kadınsı bir sembol olarak gördüler ve erkekler tarafından hiç kullanılmadı. Yağlı kağıttan yapılan şemsiyelerin yağmuru da geçirmediği görülünce, kadınlar tarafından yağmurda da kullanılmaya başlandı. Artık antik tiyatrolarda, yağmurda kadınlar şemsiyeler altında rahat rahat otururlarken, erkekler sırıl sıklam ıslanıyorlardı.
Avrupa’da ÅŸemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700’lü yıllarda baÅŸlanmıştır. Bu yıllarda ÅŸemsiyelerin yünlü kumaÅŸlarının üstü bir çeÅŸit yaÄŸ ile sıvanıyordu. Bu yaÄŸ kumaÅŸa su geçirmez bir özellik kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu ÅŸemsiyeler erkekler tarafından da benimsendi ve güneÅŸ için olan beyaz ÅŸemsiyeler kadınların, yaÄŸmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu.
Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler üretildi, ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı ama yağmurda erkekler siyah şemsiye taşımada hala ısrarlı. Kadınlar ise cıvıl cıvıl renklerdeki şemsiyelerle dolaşıyorlar.
– Günümüzde üniformalar niçin haki renkte?
Napolyon savaşlarına kadar, askeri üniformalar çok renkli ve gösterişli idi. Ancak savaş teknolojisi geliştikçe bunun da bazı sakıncaları ortaya çıkmaya başladı. Kılıç ve kalkanla yapılan savaşlarda gösterişli üniformalar düşmanda moral bozukluğu yaratıyordu ama ateşli silahlar bulununca, bu parlak ve renkli giysiler uzaktan iyi bir hedef olmaya başladı. Bugün askerler savaşa en uygun sadelikte giyinerek giderler ve sadece gerekli teçhizatı taşırlar.
Üniformalardaki haki renk ise ilk kez İngilizler tarafından 1850’li yıllarda Hindistan’da kullanılmaya baÅŸlanmıştır.
Britanya ordusundan Hary Lumsden İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay hedef olduklarını fark edince, üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile boyayarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak rengi anlamına gelen ‘Khaki’ adı verilmiÅŸ ve Türkçe’ye de ‘haki’ olarak geçmiÅŸtir.
Khaki 20. yüzyılın baÅŸlarında günün standartlarına göre deÄŸiÅŸtirildi. Bu model Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde kullanılmaya baÅŸlanıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda da kullanılan bu renkteki kumaÅŸlar çok sert oldukları için askerlerin hareket kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardı. 1932 yılında pamuktan üretilen ‘cramerton’ ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı’nda ordunun kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.
Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini sağlayacak kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın askerlerinin birbirlerini vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt edilebilir kumaş renk ve desenini yaratmaktı.
Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından deÄŸil, hayvanların kendilerini fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından baÅŸvurulmuÅŸtu. Kamuflaj desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve Fransız orduları ressamlarla iÅŸbirliÄŸi yapmıştır. Hatta Picasso’nun ordu giysilerini görünce, ‘Bunlar benim desenlerim’ diye bağırdığı bile rivayet edilir.
– Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?
İnsanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadılar. Başlangıçta hayvanlar nasıl yapıyorlarsa, onlar da öyle yaptılar. İşlerini en yakın çalının dibinde veya bir ırmak kenarında görebiliyorlardı. Ancak toplumlar geliştikçe, köyler, kasabalar ortaya çıktıkça tuvalet ihtiyacını karşılamak için daha uzak mesafelere gitme zorunluluğu doğdu. Ayrıca açıkta bırakılan atıkların yarattığı kötü koku ve hastalık tehlikeleri de insanlarda bu konuda bazı önlemler almanın zamanının geldiği bilincini oluşturdu.
Binlerce yıl önce Sümerler, Mısırlılar ve Hindistan’da yaÅŸayanlar oturakta oturup, ihtiyaçlarını giderdikten sonra oturaÄŸa düşenleri uzakta bir yerlere döküyorlardı. İki bin yıl önce ise Romalılar ilk basit tuvaleti kullanmaya baÅŸladılar. Atıklar oturdukları deliÄŸin içine düşüyor, deliÄŸin altından akan su onları uzaÄŸa taşıyordu.
Çiftçilerin, açık arazide çalışanların ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanın bir köşesine çukur kazıyor, çukur yeterince dolunca, toprakla dolduruyor ve başka bir çukur kazıyorlardı. Geceleri ise yataklarının altında bir lazımlık bulunduruyorlardı.
OrtaçaÄŸda kale ve ÅŸatolarda atık bir delik vasıtası ile binanın etrafındaki su birikintisine düşürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapıp, onu bir tanktan gelen su ile sürükleyip, uygun bir yere bırakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth zamanında, 1589 yılında John Harrington’dan geldi. Ancak o zamanlar İngiltere’deki evlerde ne böyle bir tankı dolduracak, ne de atığı alıp götürecek su sistemi vardı.
Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyıl sonra 1778’de İngiltere’de bir saat yapımcısı olan Alexander Cumming tarafından tasarlandı ve Joseph Bramah tarafından geliÅŸtirildi. Tuvaletlerden evlere yayılan kötü koku ise 1849 yılında Stephen Green’in ‘U’ ÅŸeklinde bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi ile son buldu. Tuvaletlerin ve günümüzde lavaboların da altında bulunan bu ‘U’ ÅŸeklindeki boruda her zaman bir miktar su kalır ve kokunun oluÅŸmasını önler. Tabii o zamanlar tuvaletler dökme demirden yapılıyordu. Sonra düzgün yüzeylerinin temizlenme kolaylığı bakımından seramik tuvaletler üretilmeye baÅŸlanıldı. 1888 yılında ise tuvaletlere zinciri çekilince suyu akan klozetler ilave edildi.
Bizde tuvaletler için hela, kenef, ayakyolu, WC., 00, yüznumara gibi birçok isim kullanılır. ‘WC.’ İngilizce ismindeki ‘Water Closet’in baÅŸ harfleridir. Yüznumaranın hikayesi ise deÄŸiÅŸik. Eskiden Fransa’da otellerde tuvaletler koridorların uçlarındaydı. Odaların her birine birer numara verirken, tuvaletlere numarasız demiÅŸler ve ’00’ diye iÅŸaretlemiÅŸlerdi. Fransızca’daki ‘numarasız’ kelimesi ile ‘100 numara’ kelimesi hemen hemen aynı telaffuz edildiÄŸinden, bizde Fransızcası biraz kıt birinin tercüme hatası sonucu ‘yüznumara’ olarak yerleÅŸmiÅŸtir.
– Erkekler eskiden nasıl tıraÅŸ oluyorlardı?
1991’de Avusturya Alpleri’nde buzullar arasında donmuÅŸ bir erkek cesedi bulundu. Åžaşırtıcı olan cesedin 5.200 yıl önce yaÅŸamış birine ait olması ve bugüne kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi. ‘Alp Çobanı’ adı verilen bu cesette dikkat çeken bir baÅŸka husus da, yüzünde sakal ve bıyık olmamasıydı.
Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraÅŸ oluyorlardı. MaÄŸara duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal tıraşı için kabukların, köpekbalığı diÅŸlerinin, en çok da keskinleÅŸtirilmiÅŸ çakmaktaÅŸlarının kullanıldığını göstermektedir. Günümüzde keÅŸfedilen bazı ilkel kabilelerde çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir. Mısır’da açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal kesmek için kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuÅŸtur.
Tarih öncesi erkeÄŸinin sakal tıraşı olma nedeni, kesilmezse 150 santimetreye kadar uzayabilecek olan sakalın hareket kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak sinek kaydı tıraÅŸ olma ihtiyacının nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi gerekiyorsa erkekler niçin sakallı yaratılmışlardır, o da ayrı bir konu. Erkekler günümüzde olduÄŸu gibi geçmiÅŸ zamanlarda da din, toplumsal konum ve moda gibi nedenlerle tıraÅŸ oluyorlardı. ÖrneÄŸin, Roma’da sadece özgür insanlar tıraÅŸ olabilirdi.
MS. 14. yüzyılda ÅŸimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya baÅŸladı, ama erkeklerin acılı ve kanlı tıraÅŸ derdi 20. yüzyılın baÅŸlarına kadar devam etti. King Camp Gillette (jilet) ABD’de 1901 yılında ilk iki taraflı jileti keÅŸfetti. Ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168 jilet ve 51 makine satabilmiÅŸti. SavaÅŸ baÅŸlarında ABD hükümeti ordunun ihtiyacını karşılamak için firmaya 3,5 milyon tıraÅŸ makinesi sipariÅŸ etti. Böylece tıraÅŸ bıçağı bir sektör haline geldi.
Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da tıraÅŸ bıçağı üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın devleri olarak geldiler. Günümüzde Gillette dünya pazarının yüzde 66’sim elinde bulundururken, Wilkinson’un payı yüzde 20’dir. Daima sektörün motoru olan Gillette aslında kaÅŸifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi haline gelmiÅŸtir
1950’li yıllarda ilk elektrikli tıraÅŸ makineleri devreye girdi. Aynı yıllarda ise paslanmaz çelik tıraÅŸ bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz erkeklerinin yaklaşık yüzde 80’i ıslak tıraşı yani tıraÅŸ bıçağı kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraÅŸ olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele hele bu kıllar günde yaklaşık 2 milimetre uzarken, yani bir erkeÄŸin ömrünün ortalama 100 günü tıraÅŸ olmakla geçerken, kim bükebilir tıraÅŸ bıçağı sektörünün bileÄŸini?
– Ata neden soldan binilir?
Diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi, bunun da sebebi, insanların çoğunun sağ ellerini kullanıyor olmalarıdır. Asırlar önce, daha çok sağ ellerini kullanan insanlar, kılıçlarını kolay çekebilmeleri için, kılıçlarını kınlarında, sol taraflarında taşıyorlardı.
Ata binerken, sol dizin altına kadar inen bu uzun kılıçla ata sağdan binmek, yani sağ ayağı üzengiye koyup, sol ayağı atın üzerine atarak binmek kılıç nedeni ile zor oluyordu.
Soldan, sol ayağı üzengi üzerine koyup, sağ ayağı atın üzerine atarak binince kılıç sorun yaratmıyordu. Özellikle savaşa giden ordularda disiplin nedeni ile bir örnek hareket edilmesi gerektiğinden, solaklar da ata soldan binmek zorunda kalıyorlardı.
Artık biniciler kılıç taşımıyorlarsa da, ata soldan binmek günümüze kadar uzanan bir gelenek haline geldi.
– Erkekler niçin kravat takar?
Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu vardır. Peki kravatın boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı bir araya getirmekse düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel ve renkli kılmaksa kadınlar niye takmıyor? Pek de kravat sever bir millet olmadığımız açıktır ama ister inanın, ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü var.
1660’da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluÄŸu sınırları içinde olan Hırvatistan’dan (Croatia) bir alay asker zaferin kahramanları olarak Paris’e götürüldüler ve kralın huzuruna çıkarıldılar. Bu askerler boÄŸazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller Romalılar devrinde hatiplerin, ses tellerini sıcak tutmak için boÄŸazlarına sardıkları mendillere benziyordu. Kral çok beÄŸendi ve kendisi de krallık kravatları takan bir alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki ‘Croat’tan türedi.
Çok geçmeden bu moda İngiltere’ye sıçradı. Hiçbir centilmen boÄŸazına bir ÅŸey sarmadan kendini iyi giyinmiÅŸ hissetmiyordu. Kravat o zamanlar o kadar yüksek baÄŸlanırdı ki, insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı, ama hiç olmazsa bir faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.
Kravat çeÅŸitli ÅŸekillerde yüzyıllarca yerini korudu, yüzden fazla deÄŸiÅŸik baÄŸlama ÅŸekli geliÅŸtirildi. BaÄŸlama ÅŸekilleri üzerine kitaplar yazıldı. 1960 gençliÄŸinin düzene baÅŸ kaldırması sırasında biraz gözden düştü ama 1970’li yıllardan baÅŸlayarak popülaritesi yine arttı. Tabii ki patronlar kravat takınca çalışanlara da baÅŸka seçenek kalmıyordu.
Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay yıpranabilir aksesuarlarıdır. Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir tarafından, ince ucunu çekerek çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken hangi hareketleri yaptıysanız, sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.
Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki kat yapmanız, parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız, parmağınızı içinden çektikten sonra bütün gece o şekilde muhafaza etmeniz uzmanlar tarafından tavsiye ediliyor. Eğer söz konusu olan bir ipek kravat ise sabahleyin de hemen askıya asmanız gerekiyor, bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine gelecektir. Son bir uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru temizlemeye göndermeyin, deforme olabilirler, mümkün olduğunca kendiniz temizlemeye çalışın bu da bir sonuç vermezse dikişlerim söküp mendil olarak kullanabilirsiniz.
– Gelinliklerin rengi niçin beyazdır?
Çocuk annesine sormuÅŸ: ‘Anne gelinlerin giysisi niçin beyaz renkte?’ Annesi cevaplamış: ‘Beyaz renk masumiyetin ve mutluluÄŸun sembolüdür.’ Çocuk tekrar sormuÅŸ: Teki o zaman damatlar niçin siyah giyiyorlar?’
Eski Roma’da gelinliklerin rengi sarıydı. Gelinler yine sarı renkte peçe takıyorlardı. Peçe evli ve bekar kadınları ayırt ediyordu. OrtaçaÄŸlarda ise gelinliÄŸin rengi üzerinde pek durulmadı. Kumaşın kaliteli ve gösteriÅŸli olması daha önemliydi. Herkes en iyi elbiselerini giyiyordu, renk de herkesin kendi tercihine göreydi.
Beyaz gelinlik adetinin yaygınlaşması 16. yüzyılda olmuştur. Bu yıllarda kraliyet ailesi gelinlerinin gümüşi renkte gelinlik giymeleri gelenekti. Kraliçe Viktorya bunu reddetti ve beyaz gelinlik giymekte ısrar etti.
Bundan sonra İngiliz ve Fransız yazarlar, beyaz rengin masumiyetin simgesi olduğu konusunu işlemeye başladılar. O dönem ahlakına göre bekaret evliliğin vazgeçilmez koşulu olduğu için beyaz gelinlik adeti tuttu. Evlenirken beyaz giysi giymek genç kızların bekaretlerini topluma ilan etmelerinin vasıtası oldu.
Gelinlikle ilgili bazı batıl inançlar da var. Bunlara göre gelinin gelinliğini bizzat kendisi dikmesi, damadın düğünden önce gelini gelinlikle görmesi, gelinin gelinliği düğünden önce giymesi uğursuzluk getiriyor.
Söz evlenmeden açılınca evlilik yüzüğünden de bahsetmek gerekiyor. İnsanların evlenince yüzük takmaları eski Mısırlıların inançlarına dayanıyor. Milattan 2800 yıl önce Mısır’da yaÅŸayanlar dairenin veya halka ÅŸeklindeki cisimlerin, baÅŸlangıç ve bitiÅŸ noktalarının olmaması nedeni ile sonsuzluÄŸu temsil ettiklerine inanıyorlardı. Yüzük evliliÄŸin sonsuza dek süreceÄŸini simgeliyordu. Sonra bu inanç ve adet Romalılar vasıtası ile iyice yaygınlaÅŸtı. Kazılarda o devirlere ait çok ilginç evlilik yüzüklerine rastlanılmıştır.
Evlilik yüzüğünün sol ele ve sondan bir önceki parmağa takılmasının sebebi ise modern tıbbın gelişmesinden önceki devirlere ait yanlış bir insan anatomisi bilgisidir. O zamanlarda dolaşım sistemimizdeki ana damarın sol elimizde bu parmaktan başlayıp kalbimize gittiği sanılıyordu. Böylece buraya takılan yüzükler evli çiftin kalben bağlılığını simgeliyordu. Gerçi şimdi damarların nereden gelip nereye gittiği biliniyor ama bu da bir adet olarak kaldı.
– 13 sayısı niçin uÄŸursuzdur?
13 sayısının uÄŸursuz olduÄŸuna iliÅŸkin inanç dünyada o kadar yaygındır ki, yaÅŸamı birçok yönde ciddi olarak etkilemektedir. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmez, uçaklarda 13. koltuk sırası yoktur, apartmanlarda, otellerde 13. kat ya 12A’dır ya da 14’tür. 13 numaralı oda yoktur. Olsa bile insanlar o odada kalmak istemezler. Hatta ayın 13’ünde iÅŸe gelmeme, uçak ve tren rezervasyonlarının iptali, alışveriÅŸin düşmesi ve benzeri davranışların ABD’ye günde milyonlarca dolara mal olduÄŸu söylenmektedir. Bu inanç bir fobi yani bir çeÅŸit korku hastalığı olarak kabul edilmiÅŸ olup adı ‘triskaidekaphobia’dır.
Genel olarak bu inancın, Hz. İsa’nın meÅŸhur son yemeÄŸindeki havarilerin sayısından kaynaklandığı sanılsa da, kökü çok daha eskilere mitolojik tanrıların yaÅŸadığına inanılan çaÄŸlara, İskandinavya topraklarına kadar gider.
O zamanlarda ışık ve güzellik tanrısı Balder bir ziyafet verir. Balder Vikking’lerin meÅŸhur tanrısı Odin ile Frigga’nın oÄŸulları olup, ay kraliçesi Nanna’nın da eÅŸidir. Bu ziyafete 12 kiÅŸi davetli iken, yalanların ve hilelerin tanrısı Loki, davetli olmadığı halde, zorla 13. kiÅŸi olarak katılmak ister. Ancak bu arada çıkan tartışmada, Loki diÄŸer tanrılar tarafından da çok sevilen Balder’i öldürür.
Bu mitolojik hikaye ve inanış İskandinavya’dan Avrupa’nın güneyine kadar yayılır. Hıristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve Hz. İsa’nın son yemeÄŸine uygularlar. Hıristiyan versiyonunda Balder’in yerini Hz. İsa, Loki’nin yerini de hain Judas alır. Bu yemekten sonra 24 saat içinde de Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hıristiyanlarda akÅŸam yemeÄŸinde 13 kiÅŸi bir araya gelirse bunlardan birinin başına bir felaket geleceÄŸine inanılır.
Bu inanışlara göre 13 sayısı uğursuzdur ama ayın cumaya rastlayan 13. günü hepten uğursuzdur. Ancak böyle bir günde doğmuşsanız tam tersi, yani 13 sizin uğurlu gününüzdür.
Cuma gününün uÄŸursuz sayılmasına Havva anamızın Adem babamıza elmayı cuma günü yedirtip cennetten kovulmasına sebep olması, Hz. Nuh zamanındaki büyük selin cuma günü olması, Hz. İsa’nın cuma günü çarmıha gerilmesi gibi olaylardan biri veya hepsi neden olmuÅŸ olabilir. Müslümanlar ise Hz. Adem’in cuma günü yaratıldığına inandıklarından bu güne diÄŸer günlerden daha çok deÄŸer verirler.
13 sayısının uğursuzluğuna duyulan inancın kökeninde bir yıl içinde ayın 13 kez dolunay olarak gözükmesinin yattığını söyleyenler de vardır.
– Ayna kırılması niçin uÄŸursuzluk getirir?
Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış, en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine, hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde, kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış, bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış, suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç, bronz, gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu. Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından bu parlak yüzeylerde görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.
Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da, içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu.
Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine İnanıyorlardı. Camın kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan, vücudun kendini yenileyerek, sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
Bu batıl inanç, 15. yüzyılda İtalya’da, Venedik ÅŸehrinde, arkası gümüş kaplı, çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice geliÅŸti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar, evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar, aynaları kırmaları halinde, yedi yıl boyunca, ölümden daha beter felaketlerle karşılaÅŸabilecekleri hususunda uyarılıyorlardı.
Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin: aynanın kırılan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta yıkanırsa veya toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak kırılan parçaları alıp evden çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak odalarındaki aynaların üzerleri kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın evindeki aynaların da üzerleri örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan yolculuğunda bir engelle karşılaşmasın.
17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa’da ucuz maliyetli aynalar üretilmeye baÅŸlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleÅŸmiÅŸti ki, günümüzün modern dünyasında bile hala devam ediyor.
– Nazar deÄŸmesi nasıl oluyor?
Bizde “nazar deÄŸmesi” adı verilen inanç, diÄŸer lisanlarda “ÅŸeytan göz” veya “ÅŸeytan bakışı” olarak adlandırılır. BebeÄŸine yeni elbiseler giydiren bir anne, çarşıya gidip alışveriÅŸ yapar. Bu arada bir baÅŸka kadın gelir ve bebeÄŸi sever. Eve gittiklerinde bebek ishal olur. İşte anneye göre bebeÄŸine o kadının nazarı deÄŸmiÅŸtir. Dikkat ederseniz burada bebeÄŸi seven kadının art niyeti yoktur. Zaten nazarı deÄŸen kiÅŸinin genellikle kötülüğü deÄŸil, kıskançlığı ve çekemezliÄŸidir söz konusu olan.
Noel Baba ve benzeri batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe azalırken, nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki güç, bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir. İnsana tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük olduğumuz halde kalabalık içinden birinin bize baktığını hissetmişizdir.
Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş, gözdeki yansımadır. Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız, gözlerinde kendi görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan, aynadan yansıyan görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı. Karşılarındaki insanın gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce tehlikede olduklarını, ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğunu sanıyorlardı.
Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin, ÅŸimdi Irak’ın bulunduÄŸu topraklarda yaÅŸamış eski Sümerlerden kaynaklandığı sanılıyor, Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar bakarak suları kurutabilir ve bu nedenle ölüme sebep olabilirlerdi. Sonradan bu inanç bir bakışla yaÅŸayan ÅŸeyleri de kurulabilme yönünde geliÅŸti. ÖrneÄŸin, nazar deÄŸen çocukların ishal olup vücutlarının sıvı kaybetmesi, annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin kuruması, meyve aÄŸaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb. Görüldüğü gibi, bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.
Bu inanç doÄŸuda Hindistan’a, batıda Portekiz ve İngiltere’ye, kuzeyde İskandinavya’ya kadar yayıldı. Böylesi bir inanca sahip olmayan Amerika, Asya, Afrika ve Avustralya’ya ise kaÅŸifler, denizciler ve göçmenler tarafından taşındı. Ama günümüzde hala Çin, Kore, GüneydoÄŸu Asya, Avustralya ve Amerika yerlilerinde, Afrika’da sahranın güneyinde böyle bir batıl inanç yoktur.
Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca, mavi gözlü insanların daha fazla nazarlarının değdiği inancı da ilave edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü insanların azlığı bunun sebebi sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek veya ayna gibi yansıtmak için mavi göz şeklinde, camdan yapılan nazarlıklar başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere takılmaktadır.
– Kara kedi geçmesi niçin uÄŸursuzluk getirir?
Dünya tarihinde kedilerden başka, önce tanrılaştırılan, sonra şeytanla özdeşleştirilip soykırımına uğrayan, sonra da tekrar evin baş köşesine yerleştirilen hiçbir canlı türü yoktur.
Bir insanın önünden siyah renkli bir kedi geçmesinin uÄŸursuzluk getireceÄŸine iliÅŸkin inancın kaynağının milattan önce 3000’li yıllara, eski Mısırlılara dayandığı biliniyor. O devirde kediler kutsal bir canlı olarak görülüyordu. Hatta siyah diÅŸi kedilerin tanrıça olarak kabul edildikleri kazı çalışmaları sonucu çıkan duvar kabartmalarından anlaşılmaktadır.
O devirde Mısır’da kedileri hastalık ve ölümden korumak için kanunlar bile yapılmıştı. Evin kedisinin ölmesi aile için bir felaketti. Aile fakir veya zengin olsun fark etmez, kedi mumyalanır, çok güzel kumaÅŸlara sarılır, hatta mezarında yanına kıymetli taÅŸ ve madenler bırakılırdı.
Kedilerin Mısırlıları bu kadar etkilemesinin sebebinin çok yüksek yerden düştükleri zaman bile yara almadan kurtulmaları olduğu sanılıyor. Kedinin dokuz canlı olduğu inancı o zamanlarda gelişmiştir.
Medeniyetler geliÅŸtikçe insanlarda kedi sevgisi de arttı, Hindistan’da, Çin’de kediler insana en yakın hayvan oldular. O devirlerde, bugünkü inanışın aksine kedinin birisinin önünden geçmesi o kiÅŸi için ÅŸans demekti.
Kedilerden, özellikle siyah kedilerden nefret, Hıristiyanlığın kendinden önceki kültürleri ve onların sembol kabul ettiÄŸi ÅŸeyleri yok etme güdüsü ile ortaçaÄŸda, İngiltere’de baÅŸladı. Bağımsız, bildiÄŸini yapan, “inatçı” ve “sinsi” karakteri, sayılarının da ÅŸehirlerde aşırı artması ile birleÅŸince, kediler gözden düştü.
O yıllarda evinde kedi besleyenler yalnız yaÅŸayan fakir ve yaÅŸlı kadınlardı. Yine o yıllar büyücü ve cadı inancının tüm Avrupa’da histeriye dönüştüğü yıllardı. Siyah kedi besleyen bu kadınların kara büyü yaptıklarına dair kampanyalar baÅŸlatıldı. Siyah kedilerin geceleri ÅŸeytana dönüştükleri konusunda korku dolu halk hikayeleri üretildi.
Cadı konusu bir paranoyaya dönüşünce birçok zavallı kadın kedisi ile birlikte yakıldı. Fransa’da kral 13. Louis bu uygulamayı yasaklayana kadar her ay binlerce kedi yakıldı. Sonra da kedilerin popülaritesi tekrar yükselerek arttı. BoÅŸuna dememiÅŸler kediler dokuz canlıdır diye.
– Merdivenin altından geçmek neden uÄŸursuzluk sayılır?
Duvara dayanmış bir merdiven görürseniz altından geçmeyin, etrafından dolanın. Çünkü o merdivenin tepesinde ya bir tamirci, ya bir boyacı ya da camları silen biri olabilir. Yani başınıza bir çekiç, su kovası, boya kutusu, hatta bir adamın düşme olasılığı yüksektir. Merdiven altından geçmenin uğursuzluk getireceği inancı gerçekten batıl inançlar içinde en azından bir işe yarayan tek inançtır. Ancak inancın kökeninde pratikteki faydası ile ilgili olmayan farklı şeyler yatmaktadır.
Duvara dayanan bir merdiven, duvar ile arasında bir üçgen oluşturur. Bu, bir çok kültürde tanrıların kutsal üçgeni olarak bilinir. Örneğin piramitlerin kenarlarının üçgen olması da bu inanca dayanır. Bir üçgenin içinden geçmek de, bir kutsal yere meydan okumak anlamına gelebilir.
Eski Mısırlılar için zaten merdivenin kendisi iyi ÅŸansın sembolü idi. Merdiven olmasaydı, GüneÅŸ Tanrısı Osiris’i karanlıkların ruhundaki hapis hayatından kurtarmak mümkün olamayacaktı. Ayrıca merdiven tanrıların katına tırmanmak için de ÅŸekilsel bir semboldü. Günümüzde açılan bu antik mezarlarda ölünün cennete tırmanması için yanma konulmuÅŸ bulunan merdivenlere rastlanmaktadır.
Asırlar sonra birçok batıl inançta olduÄŸu gibi Hıristiyanlık bu inancı da Hz. İsa’nın ölüm ÅŸekline adapte etti. Çarmıha dayalı merdiven kötülüğün, hıyanetin ve ölümün sembolü oldu. İnsanlar, merdivenin altından geçmekle bütün bu kötü geleceklerle karşılaÅŸabileceklerine inandırıldılar.
17. yüzyılda İngiltere ve Fransa’da suçlular daraÄŸacına götürülmeden önce bir merdivenin altından geçiriliyorlardı. Tabii yanında olanlar merdivenin etrafından dolanıyordu.
DeÄŸiÅŸik kültürler bu uÄŸursuzluÄŸa karşı bazı panzehirler geliÅŸtirdiler. Mesela bir merdivenin altından yanlışlıkla veya zorda kalarak geçen kiÅŸiler için Romalıların panzehiri yumruktu. O kiÅŸiler orta yani en uzun parmaklarını gerip diÄŸer parmaklarını yumruk gibi yaparlar ve geçtikten sonra merdivene doÄŸru sallarlardı. Bizde, Türkiye’de böyle bir adet yoktur ama Amerikan filmlerinde karşısındakine bu hareketi yaparak küfür veya hakaret edildiÄŸi sıkça görülür. Bunun kökeni de iÅŸte bu Roma panzehiridir.
– Niçin tahtaya vuruyoruz ?
MeÅŸe aÄŸacına insanların ruhani bir deÄŸer vermesi çok eskilere dayanır. AÄŸacın yüksekliÄŸi ve saÄŸlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduÄŸuna inanılıyordu. Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde birbirinden bağımsız olarak geliÅŸti. Önce milattan önce 2000’li yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde, sonra da Ege’de Helen uygarlığında.
Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti. Amerika yerlileri meşenin, Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu yer olduğuna, Helenler ise Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı.
Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdüler. Bu ağacın köküne vurarak, ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı Tanrı ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını istiyorlardı.
OrtaçaÄŸda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine taşıdılar. Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa’nın tahta bir çarmıhta öldürülmesi yatıyordu. Hatta Avrupa’nın her katedralinde orijinal tahta haçın küçük bir parçasının bulunduÄŸuna inanılıyordu. Bu tahtaya vurmak ise “Tanrım dua ve isteklerimi gerçekleÅŸtir” anlamına geliyordu.
Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz değişti. Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken, Mısırlılar incir ağacını, Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine önem vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.
Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa’da iyice yaygınlaÅŸan eski Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar.
Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı hala devam ediyor ama uygulama alanı çok daraldı. Her taraf plastik ve laminat dolu.
– Niçin müzikten hoÅŸlanıyoruz? Müzik nedir? Düz biçimde konuÅŸarak söylenebilecek bir ÅŸeyin deÄŸiÅŸik ses dalgaları ile söylenmesinden niçin hoÅŸlanırız? Müzik niçin keyif veya tam aksi hüzün duygusu verebiliyor?
Müzik aslında ses dalgalarının, belirli kurallar içinde bir düzene sokulmasıdır. BilindiÄŸi gibi, ses dalgalar halinde yayılır. Bir saniye içindeki dalga sayısı sesin karakterini tespit eder. Saniyede 260 dalga yapan, yani titreÅŸen ses ‘Do’ notasıdır.
Bu ÅŸekilde 7 temel nota oluÅŸur. Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si. Son notadan sonra, Do’nun titreÅŸim sayısının bir katı kadar titreÅŸimde daha ince bir Do gelir ki, bu iki Do arasına bir oktav denir. İşte bu oktav, gam, akort denilen matematiksel diziler, bir çeÅŸit dizilerek müzik oluÅŸturulur. Ancak tüm bunlar bize, bu matematiksel diziden bihaber, Afrika yerlilerinin, daÄŸ başındaki çobanın enfes müziÄŸini açıklayamaz.
Aslında kültürün müzik ve bundan alınan zevk üzerinde doÄŸrudan ilgisi vardır. DoÄŸu müziÄŸinde yukarıda belirtilen matematik dizilerdeki perdelerin arasında karışık gezinilme, Afrika’da baÅŸ döndürücü ritimler, Avrupa’da ise notaların ideal düzeni öne çıkar. Ancak bunlar da, deÄŸiÅŸik müzik türlerine ilgi duyan bizlerin ve müziÄŸin hoÅŸlanılma nedenini açıklamaya yetmez.
Müzik ve dil yetenekleri birçok yönden birbirine benzemektedir. Bilimciler insanların müzik yeteneği kazanmalarının, konuşmaya başlamaları ile aynı zamanlara denk düştüğünü ileri sürüyorlar. Konuşma yeteneği şüphesiz daha iyi bir iletişim ve yaşama şansı avantajını getirmiştir ama müziğin hangi ihtiyacı karşıladığı hala meçhul.
Bebekler anlamlı kelimelere benzer sesler çıkarmaya başlarken aynı zamanda şarkı söyler gibi mırıldanmaya da başlarlar. Uzun ve karışık cümleler kurmayı becerdikçe, daha uzun ve karışık şarkıları söyleme yetenekleri de artar. Ancak beynin konuşmaya kumanda eden kısmında hasar olan hastaların konuşamamalarına rağmen müzik yeteneklerinin devam ettiği de görülmüştür.
Son zamanlarda, beynimizde müziği algılayan bir alıcı bulunabileceği tezi ileri sürülmektedir. Eğer bir gün bu alıcı bulunsa bile, bunun niçin beynimize konulduğunun sebebi yine anlaşılamayacaktır.
Öğretilme yoluyla bir çeşit dans yapabilen veya dans olarak algılanamayacak hareketleri olan canlıları saymazsak, doğada müzik ve ritim duygusu sadece insanda vardır. Bu özelliğin nedeni ise hala tam olarak açıklanamıyor.
– Ayların günleri niçin 28, 30, 31 gibi farklı?
Romalılar milattan 758 yıl önce 10 aylık takvim uygulamasına başladılar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar, gündüz ve gecenin eşit olduğu, binlerce yıldır hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilen Mart ayından başlamak üzere, Martius (Mart), Aprilis (Nisan), Maius (Mayıs), Junius (Haziran), Quintilis (Temmuz), Sextilis (Ağustos), September (Eylül), October (Ekim), November (Kasım) ve December (Aralık) idi.
Bu ay adlarından Quintilis’den (Temmuz), December’a (Aralık) kadar olanlar, 5, 6, 7, 8, 9 ve 10 rakamlarının Roma’lılarca telaffuz ediliÅŸ ÅŸekliydi yani, Mart baÅŸlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5’inci, 6’ncı, 7’nci, 8’inci, 9’uncu, ve 10’uncu aylarıydılar. Bu 10 aylık takvim geride hesaba katılmamış daha 60 gün bırakıyordu.
Yedek olarak bırakılan bu 60 gün sorun yaratınca, Janarius (Ocak) ve Februarius (Şubat) adları ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani yılın ilk ayı Martius (Mart), son ayı ise Februarius (Şubat) oldu.
Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar), muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazı deÄŸiÅŸiklikler yaptı. On bir ayı 30 ve 31 gün olarak iki ÅŸekilde düzenledi, yılın son ayı olan Åžubat’a 29 gün verdi, her dört senede bir Åžubat’a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra nedendir bilinmez Janairus’u (Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti. Böyle olunca da, her 4 yılda bir eklenecek bir günün, yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine raÄŸmen Februarius’a (Åžubat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar’ın beklenmeyen ölümünden (Sen de mi Brütüs olayı!) sonra, Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilİs (Temmuz) ayının ismini July olarak deÄŸiÅŸtirdiler.
Ondan sora tahta çıkanlardan, Augustus kendi ÅŸerefine, Sextilis (AÄŸustos) ayının adını kendi ismi ile deÄŸiÅŸtirerek, bu aya August adını verdi. Ama ortaya baÅŸka bir sorun çıkmıştı. Sezar’ın ayı 31 gün, Augustus’un ayı ise 30 gün çekiyordu. Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan Åžubat’tan bir gün daha alarak AÄŸutos’a ekleyiverdi. Böylece iki ay da eÅŸitlenmiÅŸ oldu.
İşte size takvimin, niçin 12 ay olduğunun, ayların isimlerinin nasıl konduğunun ve niçin farklı sayıda günlerden meydana geldiklerinin, dört sene sonra eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil de, alakasız bir şekilde ikinci ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi.
Özellikle ortaçaÄŸda takvimler üzerinde o kadar oynanmıştır ki, yapılan bilimsel hesaplamalara göre, İsa’nın bugün kabul edilen Milattan, yani İsa’nın doÄŸumundan yaklaşık 6 yıl önce doÄŸduÄŸu, 36 yıl yaÅŸayıp Milattan sonra 30 yılında öldüğü ileri sürülmektedir.
– Bozuk paraların kenarları niçin tırtıllıdır?
Özellikle kağıt para devrinden önce, alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi, o devirde de bulunan bazı düzenbazlar, bu paraları kenarlarından kazıyarak, çok az miktarda da olsa, bu değerli madenleri biriktiriyor, parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.
O devirlerde tüccarlar, parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı. Tabii, para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz, paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk paraların kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu tırtıllar sayesinde paranın kenarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış parayı kimse almıyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden bulunmamasına rağmen, bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir yazı vardır.
Günümüzde madeni paralar ‘bozukluk’ veya ‘ufaklık’ adı altında sadece küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini kanundan almalarına raÄŸmen, kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.
Gerek kağıt, gerekse madeni para olsun, her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul etmemek mümkün deÄŸildir. Buna ‘Kanuni Tedavül Mecburiyeti’ denilir ki, kağıt paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, bunu karşı taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan değerin 50 katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 50 bin liralıklarla, 2,5 milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını da bozuk para ile ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.
Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de, madeni paraları Maliye Bakanlığı’nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni paraların toplam para stoku içindeki oranı da yaklaşık yüzde l civarındadır.
Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt paralarda önden, madeni paralarda ise yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan, kabartma tekniği ile bir yüzün tam detayını vermek mümkün olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi daha iyi tanınır kılmaktadır.
– Sirk çadırları niçin daima daire biçimindedir?
18. yüzyıla gelinceye kadar, cambazlık, ateş yutma vb. gösteriler sokaklarda halka, saraylarda ise asillere yapıyordu.
Philip Astley, bugünkü modern sirklerin kurucusu kabul edilir. 1763 yılında kurduğu sirkinde, ana gösteri ata binilerek yapılanlardı. Astley atlar bir daire etrafında döndüklerinde, binicilerin at üzerinde daha rahat ayakta durduklarını bildiğinden, sirk çadırım ve gösteri yerini bir daire oluşturacak şekilde düzenledi ve atların gösteri sırasında, daima daire biçiminde dönmelerini sağladı.
Bir baÅŸka sirk sahibi, Antonio Franconi’de, dairenin en uygun çapının yaklaşık 13 metre olduÄŸunu saptadı ki, bu mesafe bugün bile kullanılan ölçüdür.
Son bir not olarak, İngilizce’si ‘circus’ olan sirk kelimesinin, Latince’de daire anlamı na gelen, ‘circle’dan türediÄŸini de belirtmeden geçmeyelim.
– Niçin kurÅŸun kalemlerin çoÄŸu altıgen ve sarı renkte?
Esasında en kolay üretim biçimi kare kesitli kurşun kalemdir ama yazarken elde tutulması pek kolay değildir.
Yuvarlak kalemlerin elde tutulması kolaydır ama üretimi pahalıdır. Altıgen kesitli kalemler ise orta yoldur. Yuvarlak kesitli kalemler kadar kullanılması kolay ve üretimi daha ucuzdur.
Sekiz yuvarlak kurşun kalem için harcanan ağaçtan, dokuz altıgen kesitli kalem yapılabilir ve üretim safhası bir kademe daha kısadır.
Tabii ki, alıcılar için üretim maliyetlerinin pek önemi yoktur. Altıgen kesitli kurşun kalemlerin öbürlerine göre hala on bir kat daha fazla tercih edilmelerinin sebebi, belki de konulduğu masada yuvarlanıp, aşağıya düşmemeleridir.
Kurşun kalemlerin dışının sarıya boyanarak satışı 1854 yılma dayanır. Ancak 1890 yılma kadar bu rengi kullanmak çok önemsenecek bir faktör değildi.
1890 yıl ında Avusturya’da L&C Hardtmuth Co. isimli ÅŸirket öyle bir kurÅŸun kalem üretti ki, diÄŸer üreticiler de bu kaliteyi yakalamak zorunda kaldılar.
Bu kurÅŸun kaleme meÅŸhur Hindistan elması olan ‘Koh-I-Moor’ adı verilmiÅŸti ve altı n sarısı na boyanmıştı. Ayrıca içindeki siyah renkli kurÅŸun ucuyla birlikte Avusturya-Macaristan imparatorluÄŸunun bayrağı nı oluÅŸturuyordu.
Bu kurşun kalem o kadar beğenildi ve o kadar başarılı oldu ki, sarı renk kurşunkalemdeki kalitenin bir simgesi olarak kaldı. Diğer kurşunkalem üreticileri de bu başarıdan pay alabilmek için ürünlerini piyasaya sarı renkte sürmeye başladılar. Bugün hala piyasada olan dört kurşunkalemden üçü san renktedir.
Kurşun kalemlerin içinde kesinlikle kurşun yoktur. Ana madde olarak kullanılan grafit 40 değişik malzeme ile karıştırılarak, yüksek sıcakl ıkta çok ince çubuklar haline gelene kadar preslenir. Zaten kurşun çok zehirli bir elementtir. Kurşun kalem denilmesinin sebebi 16. yüzyılda grafiti bulan İngiliz bilimcinin onu bir çeşit kurşun elementi sanmasıdır. Ancak 200 yıl sonra grafitin bir çeşit karbon olduğu anlaşıldı.
– Buz neden kaygandır?
Evde cilalı parke üzerinde çorapla yürürken düşme olasılığınız, halıya oranla çok daha fazladır. Çünkü halı ile ayağımız arasında, cilalı parkeye nazaran daha çok sürtünme ve daha fazla temas vardır. Buzlu bir yüzeyin üzerinde ayağımızın kaymasını benzer bir sebebe dayandırabiliriz, ancak buz pateni yapanlar pütürlü buz yüzeyinde, düz bir buz yüzeyinden çok daha fazla bir hızla kayarlar.
Buz, sanıldığı gibi, düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay, buz pateninin çok küçük yüzeyinin buza bası nç yapması dolayısıyla o noktadaki buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre, eninin ise 10 santimetre olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg., iki ayakla 500 santimetrekare yere bastığında, her santimetrekareye 0,15 kg. ağırlık biner. Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o kadar artar ki, kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır, hatta bu basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki, erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal eritir.
Buz pütürlü olunca, paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar, böylece temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek, paten buz ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden geçemeyeceğiz. Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş ağrısının azalmasına yardımcı olur.
Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda, uyarıcı sinirler buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doÄŸal aÄŸrı kesicileri olan ‘endorfin’ ve ‘enkefolin’ salgılanır.
Bu salgıların kaynaÄŸa gidebilmesi için sinir sisteminin diÄŸer bölümlerine, aÄŸrı algılarının geçtiÄŸi diÄŸer kapıları ‘kapat’ sinyali gönderilir. El üzerinden gelen aÄŸrı sinyallerinden dolayı salgılanan doÄŸal aÄŸrı kesiciler sonucu yüz sinirlerinden gelen aÄŸrı kapıları beyinde kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının nedeni bu olup, bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca ulaşılmaktadır. Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU noktası denilmektedir.
– Saatler niçin ileri-geri alınır?
Birinci Dünya Savaşı süresince birçok ülke saatlerini yılın belli aylarında yeniden ayarlamaya başladı. Bunun amacı günün aydınlık saatlerini, insanların uyanık oldukları zamana uydurmak, dolayısıyla evlerde ve sokaklarda yanan lambalar için gerekli enerjiden tasarruf sağlamaktı.
Bugün de aynı uygulamaya devam edilmekte, Nisan ayının ilk pazar gününde saatler bir saat ileri, Ekim ayının son pazar gününde ise bir saat geri alınmaktadır. Diğer bir deyişle ilkbaharda size kaybettirilen bir saat, sonbaharda geri verilmektedir.
ABD’de kış aylarında standart zaman, yazları ise gün ışığından tasarruf zamanı uygulaması kongre kararı olarak kabul edilmiÅŸ olmasına raÄŸmen bazı eyaletler bu uygulamayı reddetmiÅŸtir. Bu eyaletlerde halen yaz-kış standart zaman uygulaması devam etmektedir.
Yaz günlerinde gün ışığı, yani aydınlık saatler çok daha uzun olmasına raÄŸmen hala tasarruf için saatlerin niçin bir saat ileriye alındığı çoÄŸunlukla anlaşılmaz. Bunun en kısa açıklaması ‘gece zamanını da gündüze katmaktır’ ama bizler zaten karanlık olan saat 24:00’de deÄŸil de 23:00’de yatmamızın ülkemize ne kazandıracağını genellikle anlayamayız.
Saatleri ileri almanın kış mevsimi ile alakası yoktur. Kış aylarında standart zaman uygulanır. Ancak yaz günlerinde çok uzun aydınlık geçen bir zaman süresi vardır. Amaç bu sürenin başlangıcını ileri kaydırarak, akşam olma süresini bir saat uzatmaktır.
Yaz günleri hava çok erken aydınlanır. EÄŸer çiftçi deÄŸilseniz saat 05:00’de uyanmanıza gerek yoktur. Ancak gün ışığından tasarrufa gerek duymayarak saatlerimizi ileri almasaydık, bakın ne olurdu?
Dünyada güneÅŸin 21 Haziranda 04:43’de doÄŸduÄŸu bir yer seçelim. Siz burada yaşıyorsunuz ve saat sekizde iÅŸte olmak için saat altıyı çeyrek geçe yataktan kalkmak zorundasınız. Bu seçtiÄŸimiz yerde güneÅŸ ufukla 6 derece açı yaptığında, standart saat ile saat 05:11 civarlarında etraf tamamen aydınlanır. Bu durumda ileri alınmış saatler 06:15’I gösterir yani gerçekte siz iÅŸe bir saat erken gitmiÅŸ olursunuz ama ışığı yakmadan saate bakar, tıraÅŸ olup kahvaltı yapabilirsiniz.
AkÅŸamları ise, her zaman 24:00’de yatmaya vücudunu alıştırmış bir insan, bir saat önce yatmak zorunda kalmış olur ama hava kararınca gece evde ve sokakta lambaların yanma süresi bir saat kısalmış olur.
Gün ışığından tasarrufun sanayinin kullandığı elektrikle alakası yoktur. Onlar gece de, gündüz de olsa zaten aynı elektrik enerjisini harcarlar.
3.08 Bir saat niçin 60 dakikadır?
Bir gün, dünyanın kendi ekseni etrafında bir dönüşü tamamladığında geçen süredir. Bunu herkes bilir. Aslında tam da öyle değildir. Çünkü dünya kendi ekseni etrafında dönüşü sırasında
yörüngesi üzerinde güneşin etrafında da döndüğünden, güneşten bakıldığında bir tam devri için geçen süre farklı gözlemlenir.
Neyse şimdi biz bunu karıştırmayalım ve bugün bütün dünyanın kabul ettiği zaman sistemine bakalım;
o Bir yıl 12 aydır.
o Bir yıl 52 haftadır
o Bir ay 28-31 gündür.
o Bir ay 4-5 haftadır.
o Bir hafta 7 gündür.
o Bir gün 24 saattir.
o Bir saat 60 dakikadır.
o Bir dakika 60 saniyedir.
o Bir saniye 100 mili saniyedir.
Görüldüğü gibi, bir gün kaç saniyedir diye sorulduÄŸunda bile kafadan hesaplanamayacak kadar karışık bir bölünme. Önce gün 24’e, sonra 60’a, sonra bir daha 60’a bölünüyor. Saniyeden sonraki bölünmeler ise ondalık sistemle gidiyor. İşte çocukların zaman hesaplarında zorlanmalarının sebebi.
Bir günde niçin 24 saat olduğunu kimse bilmiyor. Bu rakamın güneş saatini ilk kullanan Mısırlılardan kaynaklandığı sanılıyor. Yere dikilen yüksek bir taşın gölgesi sabah batıya, akşam doğuya düşüyordu ve Mısırlılar bu arayı altıya bölmüşlerdi. Dolayısı ile bir gün 24 bölüm oluyordu.
12 sayısı 2, 3, 4 ve 6 ile bölünebildiğinden, o zamanlar en çok kullanılan sayı birimi idi ki, bugün bile düzine adı altında sayı birimi olarak kullanılmaktadır.
Mısırlılar ayrıca 30 günlük ay ve 360 günlük yıl takvimini uyguluyorlardı.
Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de bu olduÄŸu sanılıyor. Yaklaşık 3 bin yıl önce, bugün Irak olarak bilinen yerde yaÅŸayan, Babilliler ise 60 sayısını matematik sistemlerinde temel olarak almışlardı. 2, 3, 4, 6, 12, 15, 20 ve 30 ile bölünebilen ve 360’ı da bölen bu sayı dakika ve saniyenin birimi olarak alındı. O zamanlar için onluk sistem, yani on sadece 2 ve 5’e bölünebilen zavallı bir sayı idi.
Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu, ölçülebilmeye başlandığında ise dünya ondalık sisteme geçmişti ve bu esas alındı.
3.09 Saatin akrep ve yelkovanı niçin sağa dönüyor?
İlk olarak eski Mısırlılar, güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup, belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup, battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat, meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında, bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır, konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke olduğundan, güneş doğduğunda, gölge hemen tam batıda oluşuyor, güneş yükseldikçe gölge kuzeye, yani sağa doğru hareket ederek, güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları, pendulumlu, pilli saatlerde de yön deÄŸiÅŸmedi, hatta saÄŸa doÄŸru dönüşler ‘saat yönüne dönüş’ diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.
– İskambil kağıtlarındaki ÅŸekillerin anlamı nedir?
Oyun kartlarının nerede ve ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmiyor. 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin’de ortaya çıktığı ve 13. yüzyılda Marco Polo tarafından Avrupa’ya getirildiÄŸi tahmin ediliyor. Hindistan’dan veya Arabistan’dan geldiÄŸini ileri sürenler de var ama bugünkü ÅŸekilleriyle kullanılmalarının 14. yüzyıl Fransa’sına dayandığı kesin gibi.
O tarihlerde, Fransa’da dört sınıf vardı ve iskambil kağıtlarındaki kupa, maça, karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa bir kalkanı andıran ÅŸekli ile asil sınıfı ve kiliseyi, maça bir mızrağın ucunu çaÄŸrıştıran ÅŸekli ile orduyu, karo ticari deniz iÅŸletmelerinin eÅŸkenar dörtken kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı, sinek ise yonca yaprağına benzeyen ÅŸekli ile köylüyü temsil ediyordu. Bugün briç, poker veya benzeri oyunlarda, kupanın en deÄŸerli, sineÄŸin ise en deÄŸersiz kart Olmasının nedeni iÅŸte bu sınıflamadır.
Aslında bizde papaz adı verilen kartın adı İngilizce’de kral (king), kızın ise kraliçedir (queen). Vale veya oÄŸlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen ‘knave’ kelimesi kullanılırken, günümüzde ‘jack’ ismi kullanılmaktadır. Yani yabancı kartlarda kral ve kraliçe evli iken, bizde biraz yaÅŸlı görülerek krala papaz adı verilmiÅŸ, kraliçeye de ‘kız’ denilerek oÄŸlana layık görülmüştür.
Bazı ülkelerde oyun kartlarında deÄŸiÅŸik isim ve semboller kullanılmasına raÄŸmen, en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır. Fransızlar ‘maça’ ÅŸeklini mızraÄŸa benzeterek ‘pique’ adını vermiÅŸlerdir. İngilizce’de ise aynı anlamdaki ‘spades’ kelimesi kullanılmaktadır. Her ne kadar bir kalkanı andırdığı için asil sınıfı temsil ettiÄŸi ileri sürülse de ‘kupa’ klasik bir kalp ÅŸeklidir. Bu nedenle Fransızlar ona ‘coeur’, İngilizler ise ‘heart’ adını vermiÅŸlerdir.
‘Karo’ için Fransızca’da kare anlamındaki ‘carreau’ kullanılırken İngilizler elmas anlamındaki ‘diamond’u tercih etmiÅŸlerdir. Bizim ‘sinek’ dediÄŸimiz ÅŸekil ise çok açık üç yapraklı bir yoncadır. Fransızlar bu anlamdaki ‘trefle’ kelimesini kullanırlarken, İngilizler ‘club’ (kulüp) ismini kullanmışlardır.
İşte bu nedenle briç oyuncuları ‘maça’ya ‘pik’, ‘kupa’ya ‘kör’, ‘sinek’e de ‘trefli’ derler, zaten aslına uygun olan ‘karo’yu da olduÄŸu gibi kullanırlar. Birli, papaz, kız ve oÄŸlan için kullanılan as, rua, dam ve vale isimleri de yine Fransızca karşılıkları As, Roi, Dame ve Valet kelimelerinden dilimize geçmiÅŸtir.
– Buzlanmış yollara niçin tuz dökülüyor?
Kışın çok kar yağışı alan bir bölgede yaşıyorsanız, karayolları görevlilerinin yollardaki buzlanmayı gidermek için tuzu kullandıklarını görmüşsünüzdür. Ancak tuz aynı zamanda dondurma yapımında da kullanılmaktadır. Peki ama tuz, bu iki ters gibi görülen işlevi nasıl becermektedir?
Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin eridiği gibi erimez. Tuz buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz çözüldüğü için artık o su değil, tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha düşüktür.
Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman, tuz önce buz ile çözümlenerek bir buzlu su tabakası oluÅŸturur ve bu çözeltinin donma noktası düşük olduÄŸundan, sıfırın altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir. Günümüzde ABD’de üretilen tuzun yüzde 45’i yollardaki buzun eritilmesinde kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi su, sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar. Suya tuz ilavesi ile bu donma sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi donma sıcaklığını -6 dereceye indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16 derecede donar. Ancak yolun veya buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık tuzun erimede pek etkisi olmaz, sadece buzun üstünde kalarak tekerleklerin kaymasını azaltabilir.
Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya ihtiyaç vardır. Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması, ancak bu düşük ısıda karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz karışımın sıfır derecenin altında bile donmadan dondurmanın oluşturulmasını sağlar.
Hatırlarsanız ‘Titanic’ filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece altında olmasına raÄŸmen, deniz suyunun yüzeyi, içindeki tuz nedeni ile hala donmamıştı.
– 24 ayar altın ne demektir?
Bizde altının saflığını gösterme ölçüsü olarak genellikle ‘ayar’ kelimesi kullanılır, ama uluslararası piyasada kullanılan kelime ‘kırat’tır. ‘Kırat’ hem altının, hem de elmas ve diÄŸer kıymetli taÅŸların ölçümünde kullanılan bir birimdir.
Elmas ve deÄŸerli taÅŸları ölçmede kullanılan ‘kırat’ın bir birimi 200 miligrama (0,200 gram) eÅŸittir. Yani 20 gramlık bir elmasınız varsa, bu 100 kıratlık bir elmastır. DoÄŸada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 3.106 kıratlık ‘Cullian’dır. Bundan 530 ve 517 kıratlık iki büyük ve 100 küçük elmas iÅŸlenmiÅŸtir.
Altında kullanılan ‘kırat’ veya ‘ayar’ ise altının saflığını gösterir. 24 kırat (ayar) altın, içinde karışık baÅŸka bir metal olmayan yüzde yüz saf altındır. Tamamen saf altın çok yumuÅŸak olduÄŸundan genellikle bakır veya gümüş ile karıştırılır. Her bir kırat (ayar) altının tümünün 24’de biridir. ÖrneÄŸin bir bileziÄŸin 24’de 18’i altın, 24’de 6’sı da gümüşten yapılmışsa, o bilezik 18 kırat (ayar) altındır.
Altını Ölçmede kullanılan bu komik sistem, yaklaşık bin yıl evvelki Almanların Mark isimli bir altın parasından kaynaklanmaktadır. Tamamen saf altından yapılan bu para 4,8 gramdı ve elmas ölçü biriminde ağırlığına göre 24 kırat ediyordu. Sonradan içine başka maddeler karıştırıldıkça içindeki altın miktarına bağlı olarak kırat ölçüsü düşürüldü.
Altın beyaz, kırmızı, sarı gibi çeÅŸitli renklerde beÄŸenimize sunulur. Altın, bakır ile karıştırılmışsa ‘kırmızı altın’, gümüş ile karıştırılmışa ‘sarı altın’, nikel veya platin gibi metaller içeriyorsa ‘beyaz altın’ adı verilir.
– Yüzme yarışları niçin dört ayrı stilde yapılıyor?
Yüzme yarışları serbest (kravl), kelebek, kurbaÄŸalama ve sırtüstü olmak üzere dört ayrı kategoride yapılır. Ancak ‘kelebek’ gibi her insanın kolay kolay yüzemeyeceÄŸi bir sitilin niçin yarışmalara alındığı pek bilinmez. Aslında bütün stillerin orijini kurbaÄŸalamadın Uluslararası yüzme federasyonu kurulmadan önce baÅŸka ilginç kategoriler de vardı. ÖrneÄŸin 1900 yılında Fransa’da Sen nehrinde yapılan 200 metre engelli yarışında, yüzücüler sudaki direklere çıkıyor, sandalların altlarından geçiyorlardı.
Bilinen en eski yüzüş şekli kurbağalamadım Az enerji harcanması nedeni ile bu stil suda hayat kurtarmada ve keyif için yüzmede de kullanılır. İki kolun ileri uzatılıp, suyun ellerle iki yandan geri çekilmesi, bu arada bacakların da senkronize hareket etmesi, kurbağaların yüzüşüne benzediğinden bu adı almıştır.
İlk zamanlarda kulaç tamamlandığında, nefes de kol hareketi başlamadan önce alındığı için, bu arada hız da çok azaldığından dura dura yüzülüyormuş gibi görünürdü. Gittikçe gelişen bu stilde şimdilerde nefes kolun geri çekiliş hareketinin tamamlanmasından az önce alınmakta, yüzücüler de duraksamadan yüzmektedirler.
Kelebek stilin kurbaÄŸalamadan asıl farkı kol hareketleridir. Kollar ileri hareketlerini suyun üstünden yaparlar. 1933 yılında ABD’de yapılan bir yarışta Henry Myers adlı bir yarışmacı kurbaÄŸalama stili ile yüzüşün kurallara uygun olduÄŸu konusunda ısrar etmiÅŸ ve sonuçta yarışa kabul edilmiÅŸtir.
Sonradan kelebek stili ayrı bir dal olarak yarışmalara alınmıştır. BaÅŸlangıçta yüzücüler ayaklarını kurbaÄŸalamada olduÄŸu gibi yana hareket ettirirlerken sonra yunusun kuyruÄŸu gibi çırpmaÄŸa baÅŸlamışlardır. Aslına bakarsanız yunuslama olması gereken bu stilin adı herhalde kelebeklerin uçuÅŸuna benzetildiÄŸinden olacak kelebek (İngilizce’de butterfly) olarak kabul görmüştür.
Sırtüstü yüzüş ÅŸekli ise 20. yüzyılın başında geliÅŸmeye baÅŸladı. Bunda da baÅŸlangıçta kol ve ayak hareketleri kurbaÄŸalamaya benziyordu. ABD’li Harry Hebner kravl sitile benzer kol ve ayak hareketlerini geliÅŸtirdi ve bu ÅŸekilde yüzdüğü ilk yarışta kurallara uymadığı gerekçesiyle diskalifiye edildi. Yapılan itirazlar sonunda kurallarda sırtüstü bulunma dışında bir kısıtlama olmadığı ve bu stilin sırtüstü yüzme hızını daha da geliÅŸtirdiÄŸi anlaşılarak resmi olarak kabul edildi ve Harry’nin madalyası verildi.
Serbest stil de denilen kravl yüzüşün, yüksek dalgalarla mücadele edebilmek için Güney Pasifik yerlileri tarafından geliÅŸtirildiÄŸi sanılıyor. Bütün yüzüş ÅŸekilleri arasında en hızlısı olan bu stil 1902 yılında Avustralyalılar tarafından Avrupa’ya taşındı. Stil Amerika’ya ulaşınca ayaklar her kulaçta önce 4 kez, sonra 1917 yılında iki kadın tarafından daha da geliÅŸtirilerek 6 kez çırpılmaya baÅŸlandı ve sürat arttıkça arttı.
– İngilizce’de hindiye niçin Turkey deniliyor?
Özellikle ABD’de Hıristiyanların şükran günlerinin önemli bir sembolü olan hindi aslında Amerika kıtasının yerlisidir. VahÅŸi hindi cinsleri Kristof Kolomb kıtayı keÅŸfetmeden de önce Kuzey Amerika’da yaşıyordu. Hatta Avrupa’dan Güney Amerika’ya ilk gelenler Azteklerin bir cins hindi ırkını ehlileÅŸtirdiklerini görmüşlerdi.
Amerikan hindileri Avrupa’ya 1519 yılında İspanyollar tarafından getirilmiÅŸ, daha sonra bütün Avrupa’da yayılıp 1541 yılında İngiltere’ye ulaÅŸmışlardı. Hayvancağızı gören İngilizlerin kafaları karışmış, o zamanlar Türk toprakları olan Batı Afrika’dan Portekizli tüccarların getirdikleri Afrika hindisi veya yine Türkiye üzerinden getirilen Hint tavuÄŸu sanmışlardı. Sonunda her iki ırkın farklı olduÄŸu anlaşılmıştı, ama bu Amerikan kökenli kuÅŸun adı 17. yüzyılda Amerika’ya göç eden İngiliz göçmenler sayesinde Amerika’da ‘Turkey’ olarak yerleÅŸti.
Tabii bu Türkiye’nin isminin niçin İngilizce’de hindi anlamında kullanıldığının resmi açıklaması. Bunun yanında uydurulmuÅŸ baÅŸka tezler de var. Bunlardan biri Kolomb’un ilk yolculuÄŸuna katılan bir Portekiz Yahudi’si Jose de Torres’in hindiyi görünce, İbrânice ‘büyük kuÅŸ’ anlamında ‘Tukki tukki’ diye bağırması, diÄŸeri de sürekli batıya doÄŸru giderek Hindistan’a ulaÅŸmayı hedefleyen Kolomb’un Amerika’ya vardığında burayı Hindistan ve hindiyi de Hint tavus kuÅŸu sanarak onu ‘Tuka’ diye adlandırması ve zamanla bu kelimenin Turkey olarak telaffuz edilmesidir.
Durun daha tezler bitmedi. Bir baÅŸka tezde de, Kızılderililer hindiye ‘Fırke’ dediklerinden bu sözcüğün İngilizce’deki telafuzu ile ‘turkey’ye dönüştüğü ileri sürülüyor. Daha baÅŸka hindi tezleri de var. ÖrneÄŸin hindilerin korkunca çıkardıkları seslerin insanlar tarafından turk-turk-turk (törk) diye taklit edilmesiyle zamanla onlara Turkey denilmesine neden olduÄŸu bile iddia ediliyor. Bunda alınıp gücenecek bir ÅŸey yok. Türkçe’de de hindi kelimesi Hindistan anlamına çok yakındır. Ayrıca bizde de bir ‘Mısır’ örneÄŸi var.
Hindiler baÅŸlangıçta renkli tüyleri nedeni ile kümeslerde süs hayvanı olarak yetiÅŸtirilmiÅŸler, et kalitelerinin farkına ise 1935’den sonra varılmıştır. Erkek hindiler 130 santim boya ve 10 kilo ağırlığa ulaÅŸabilirlerken diÅŸiler neredeyse yarı ağırlıktadırlar. VahÅŸi hindiler akarsu ve göl kenarlarında yaÅŸamayı tercih ederler ve tehlike anında 400 metre mesafeye uçabilirler.
Bu arada marketlerde niçin hiç hindi yumurtası satılmıyor, dikkatinizi çekti mi? Günümüzde tavuklar yılda ortalama 250’den fazla yumurtlayabiliyorlarken, hindiler 100 – 120 adet yumurtlarlar ve yumurtaları 4 -5 kez daha ağırdır. Daha ziyade yeni hindileri üretmekte kullanılırlar.
– YaÄŸmurda koÅŸan niçin daha çok ıslanıyor?
Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren, insanı yağmurda sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir şey fark etmeyeceğini iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp durmaktadır.
Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz edelim. İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun, ister sallanarak yürüyün bir şey fark etmez. Hızınıza bağlı olmadan vücudunuza düşen yağmur tanesi sayısı aynı kalır. Koştukça ön tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet edecektir ama süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.
‘YaÄŸmurda yürüyünüz’ diyenler ise koÅŸma durumunda yaÄŸmur damlalarının aynı sürede daha çok sayıda birikeceÄŸini ve buharlaÅŸmaları için daha az zaman olduÄŸundan üzerimizin daha ıslak olacağını, aerodinamik tesirleri hesaba katarak, düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların, koÅŸarsak karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini, yürürken başımıza düşen damla sayısının koÅŸtuÄŸumuz sırada düşenden fazla olamayacağını ileri sürerek ‘ahmak ıslatan’ diye de tabir edilen hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada unutulmaması gereken ÅŸey yavaÅŸ yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.
‘KoÅŸunuz!’ görüşüne göre ise, yaÄŸmurda koÅŸmakla yürümek arasında, vücudumuza düşen yaÄŸmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir ama önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koÅŸarsak süre kısalır ve başımıza düşen yaÄŸmur miktarı azalır.
Yapılan bir deneyde, yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağıyorken, bir defter kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğunda 131 damla, 20 saniyede yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda yürüyerek gitmek, koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına gelmektedir.
Şüphesiz bu Önermeler yapılırken, rüzgarın yönü, üzerimizdeki giysilerin şekli ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve değerlendirmeler kısa mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız yok, koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir yerde oyalanın.